sayfalar

29 Mayıs 2012 Salı

Annecim hasta oldum beeen…


Annemin “bir gönder de yuvaya gör neler oluyor, ufacık çocuk, hergün bir hastalıkla gelecek” sözlerinin yankıları daha kulağımdan gitmeden, hooop hoşgeldin antibiyotik.
Çocuk bu anne tabi ki hastalanacak. Hastalansın ki güçlensin… Dışımdan söylediklerim bunlar ama içim ölüp ölüp dirildi. Zaten kilolu ve iştahlı bir çocuk değil; hastalık döneminde bir de kilo kaybı üzerine eklenince annenin moral dipte tabi ki. Bir de büyüklerimizin suçluluk duymam için gösterdikleri çabaları düşününce… Neyse ucuz atlattım ya da atlattık…

Ama hala anneanne, babaanne ve dedeler hergün arıyorlar. “Ulaş bugün nasıl?” Yani aslında merak edilen konu tabi ki sadece torunlarının nasıl olduğu değil, bu saçmalığın daha ne kadar süreceği…
Mesela “bugün yemek yemiş mi?” sorusunun manası da içinde başka düşünceler barındırıyor. Torunumuz günlerdir aç, hiçbirşey yemiyor ve sen buna göz yumuyorsun.
“Bırakırken ağlıyor mu ya da bugün ağladı mı?” sorusu da aslında sabah ayrılırken ki feryadın kulaklarımda tekrar yankılanması için sarfedilen bir cümle olmaktan öteye geçemez.
Öyleyse sıra bana gelsin ve merakınızı gidereyim,

1.     Ulaş benim vicdan azabım olmayacak, Binbir çiçekte çok mutlu olduğunu biliyorum.
2.     Ilk zamanlar yemek yememiş olabilir kabul ediyorum, ama hangimiz yeni girdiğimiz yabancı bir ortama anında adapte olabiliyoruz ki. Tabi ki bu duruma bir tepkisi olacak. Şimdi öyle güzel yemek yiyiyor ki benim bile ağzım açık kalıyor.
3.     Ulaş bugün de hergün olduğu gibi çok iyi ve mutlu, bizimle daha kaliteli vakit geçiriyor. Yuvaya bırakırken de ağlamıyor artık, gülerek el sallıyor.
4.     Sabahları araba anektodlarımız bile oluşmaya başladı.
Ben: Ulaş’ın koltuğu nerde?
Ulaş: Sessiz, ama gülerek koltuğunu gösterir.
Ben: Ulaş’ın kitabı nerede?
Ulaş: Sessiz, ama heyecanlanarak “Küçük Kara Balık” kitabını, ki bu annesinin en sevdiği, gösterir.
O andan Binbir çiçeğin 500 metre öteden farkedilen sarı çitlerini görene kadar küçük kara balığın macerası okunur. Kah sessiz sessiz dinlenirim, kah arabanın tavanındaki ışıklara takılarak ya da yolda birşeyi göstererek. Ama eminim dinlenirim.
Dün sabah yuvaya gidene kadar gülme krizindeydik ana oğul. Gülüştük durduk.
Bazen de annenin öğretmencilik oynayası gelir ve her bir uzvunu tek tek sorar oğluna; dişin nerde, gözün nerde, burnun nerde…..bu nerdeler hiç bitmeeeez.
5.     Aslında sanıldığı kadar az vakit geçirmiyoruz cücemle. Cücem sabahları bizimle beraber yuvaya gideceği için evden çıkana kadar ki süreci değerlendirmeye çalışıyoruz.
Beraber makyaj yapıyoruz bana. Durumdan da anlaşılacağı gibi makyaj malzemelerim Ulaş Bey’in tekelinde. Neyi ne zaman süreceğime kendisi karar veriyor ve tabii benim makyaj malzemelerimle eğlenmeyi de ihmal etmiyor. Hilal Hanım’dan öğrenmiş olduğum bir şarkı eşlik ediyor iki gündür makyajımıza. “ne yapabilirsin kendi kendine? Fondotenimi sürerim şöyle, elimle yayarım böyle, kalemimi sürerim şöyle, allığımı sürerim böyle, rujumu da sürerim şöyle kendi kendime…” melodisiz oldu ama herkes istediği besteyi yapabilir üzerineJ
6.     Akşamları da babasıyla kısa bir araba yolculuğu yapıyor yuvadan dönerken ve dolayısıyla kuvvetli bir bağ kuruyorlar. Örneğin sadece ikisine ait oyunlar var, benim asla oynamadığım, ya da cümleyi tersten kurarsak Ulaş’ın benimle oynamadığı. Neyse bu madde biraz buram buram kıskançlık koktuJ
7.     Akşam evimizde buluşuyoruz ve cücem yatana kadar hem Sinan’ın hem benim tek uğraşımız Ulaş oluyor. Ikimizle aynı anda vakit geçirip oyun oynamayı, hepimizin aynı mekanda olmasını çok seviyor cücem.
8.     Gel gelelim büyüklerimizi saran “nedir bu montessori” telaşına… Merak etmeyin öcü değil; atıştırmalık hiç değil... Peki nedir? Hakkında bir sürü olumlu ve olumsuz yayın bulabileceğiniz ama temelde bir montessori sınıfında oturmadan, çocuğunuzla empati kurmadan ya da uygulayan birilerinde canlı canlı görmeden, çocuğunuzla doyasıya, özgürce yapılan aktivitelere açık olmadan, döker saçar korkusunu içinizden atmadan, hayatın hızından ve karmaşasından arınmadan anlamlandıramayacağınız; cinsiyeti, dini, dili, ırkı olmayan, hoşgörü, sevgi, saygı, özgüven ve yaratıcılığa dayanan bir eğitim yöntemi. Bu konuyu çok uzatmıyorum, çünkü bir sonraki yazıda montessori adına benim neler yaptığım, neler okuduğum, evimizi nasıl konumlandırdığım, cücemle ne tip aktiviteler yaptığım ve Hilal Öktem’den neler öğrendiğime değineceğim. Ama şimdi değil…

Bu yazıyı sonuca bağlarken, Ulaş’ın hastalığı bağlamında aslında anneanne, dede ve babaanneleri bizlerden önce saran endişelerin ne kadar yersiz olduğu konusunu dile getirmeyi başardığımı düşünüyorum.

BEN ÇOCUĞUMU CAM FANUSTA BÜYÜTMEYECEĞİM. ELİNİ DE YAKACAK, DÜŞECEK DE, HAYAL KIRIKLIKLARI DA YAŞAYACAK BELKİ. YANİ BEN OĞLUMUN, HAYATI GERÇEK ANLAMIYLA, DOLU DOLU YAŞAMASINI SAĞLAMAYA ÇALIŞACAĞIM.

Son söz olarak, Uğurcum, Şeydacım, Zuhalcim ve Özgücüm sizin özelinizde genele yazmış olduğum bu yazıdan dolayı beni bağışlayın. Iyi niyetli çabalarınızı ve kaygılarınızı tabi ki anlıyorum. Sizin de beni anladığınızı biliyorum. Ulaş hepinizi çok seviyor, ben de tabii.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder