Annemin “bir gönder de yuvaya gör neler oluyor, ufacık
çocuk, hergün bir hastalıkla gelecek” sözlerinin yankıları daha kulağımdan
gitmeden, hooop hoşgeldin antibiyotik.
Çocuk bu anne tabi ki hastalanacak. Hastalansın ki güçlensin…
Dışımdan söylediklerim bunlar ama içim ölüp ölüp dirildi. Zaten kilolu ve
iştahlı bir çocuk değil; hastalık döneminde bir de kilo kaybı üzerine eklenince
annenin moral dipte tabi ki. Bir de büyüklerimizin suçluluk duymam için
gösterdikleri çabaları düşününce… Neyse ucuz atlattım ya da atlattık…
Ama hala anneanne, babaanne ve dedeler hergün arıyorlar.
“Ulaş bugün nasıl?” Yani aslında merak edilen konu tabi ki sadece torunlarının
nasıl olduğu değil, bu saçmalığın daha ne kadar süreceği…
Mesela “bugün yemek yemiş mi?” sorusunun manası da içinde
başka düşünceler barındırıyor. Torunumuz günlerdir aç, hiçbirşey yemiyor ve sen
buna göz yumuyorsun.
“Bırakırken ağlıyor mu ya da bugün ağladı mı?” sorusu da
aslında sabah ayrılırken ki feryadın kulaklarımda tekrar yankılanması için
sarfedilen bir cümle olmaktan öteye geçemez.
Öyleyse sıra bana gelsin ve merakınızı gidereyim,
1.
Ulaş benim vicdan azabım olmayacak, Binbir
çiçekte çok mutlu olduğunu biliyorum.
2.
Ilk zamanlar yemek yememiş olabilir kabul
ediyorum, ama hangimiz yeni girdiğimiz yabancı bir ortama anında adapte
olabiliyoruz ki. Tabi ki bu duruma bir tepkisi olacak. Şimdi öyle güzel yemek
yiyiyor ki benim bile ağzım açık kalıyor.
3.
Ulaş bugün de hergün olduğu gibi çok iyi ve
mutlu, bizimle daha kaliteli vakit geçiriyor. Yuvaya bırakırken de ağlamıyor
artık, gülerek el sallıyor.
4.
Sabahları araba anektodlarımız bile oluşmaya
başladı.
Ben: Ulaş’ın koltuğu nerde?
Ulaş: Sessiz, ama gülerek koltuğunu
gösterir.
Ben: Ulaş’ın kitabı nerede?
Ulaş: Sessiz, ama heyecanlanarak “Küçük
Kara Balık” kitabını, ki bu annesinin en sevdiği, gösterir.
O andan Binbir çiçeğin 500 metre öteden
farkedilen sarı çitlerini görene kadar küçük kara balığın macerası okunur. Kah
sessiz sessiz dinlenirim, kah arabanın tavanındaki ışıklara takılarak ya da
yolda birşeyi göstererek. Ama eminim dinlenirim.
Dün sabah yuvaya gidene kadar gülme
krizindeydik ana oğul. Gülüştük durduk.
Bazen de annenin öğretmencilik oynayası
gelir ve her bir uzvunu tek tek sorar oğluna; dişin nerde, gözün nerde, burnun
nerde…..bu nerdeler hiç bitmeeeez.
5.
Aslında sanıldığı kadar az vakit geçirmiyoruz
cücemle. Cücem sabahları bizimle beraber yuvaya gideceği için evden çıkana
kadar ki süreci değerlendirmeye çalışıyoruz.
Beraber makyaj yapıyoruz bana. Durumdan da
anlaşılacağı gibi makyaj malzemelerim Ulaş Bey’in tekelinde. Neyi ne zaman
süreceğime kendisi karar veriyor ve tabii benim makyaj malzemelerimle eğlenmeyi
de ihmal etmiyor. Hilal Hanım’dan öğrenmiş olduğum bir şarkı eşlik ediyor iki
gündür makyajımıza. “ne yapabilirsin kendi kendine? Fondotenimi sürerim şöyle,
elimle yayarım böyle, kalemimi sürerim şöyle, allığımı sürerim böyle, rujumu da
sürerim şöyle kendi kendime…” melodisiz oldu ama herkes istediği besteyi
yapabilir üzerineJ
6.
Akşamları da babasıyla kısa bir araba yolculuğu
yapıyor yuvadan dönerken ve dolayısıyla kuvvetli bir bağ kuruyorlar. Örneğin
sadece ikisine ait oyunlar var, benim asla oynamadığım, ya da cümleyi tersten
kurarsak Ulaş’ın benimle oynamadığı. Neyse bu madde biraz buram buram
kıskançlık koktuJ
7.
Akşam evimizde buluşuyoruz ve cücem yatana kadar
hem Sinan’ın hem benim tek uğraşımız Ulaş oluyor. Ikimizle aynı anda vakit
geçirip oyun oynamayı, hepimizin aynı mekanda olmasını çok seviyor cücem.
8.
Gel gelelim büyüklerimizi saran “nedir bu
montessori” telaşına… Merak etmeyin öcü değil; atıştırmalık hiç değil... Peki
nedir? Hakkında bir sürü olumlu ve olumsuz yayın bulabileceğiniz ama temelde
bir montessori sınıfında oturmadan, çocuğunuzla empati kurmadan ya da uygulayan
birilerinde canlı canlı görmeden, çocuğunuzla doyasıya, özgürce yapılan
aktivitelere açık olmadan, döker saçar korkusunu içinizden atmadan, hayatın
hızından ve karmaşasından arınmadan anlamlandıramayacağınız; cinsiyeti, dini,
dili, ırkı olmayan, hoşgörü, sevgi, saygı, özgüven ve yaratıcılığa dayanan bir
eğitim yöntemi. Bu konuyu çok uzatmıyorum, çünkü bir sonraki yazıda montessori adına
benim neler yaptığım, neler okuduğum, evimizi nasıl konumlandırdığım, cücemle
ne tip aktiviteler yaptığım ve Hilal Öktem’den neler öğrendiğime değineceğim.
Ama şimdi değil…
Bu yazıyı sonuca bağlarken, Ulaş’ın hastalığı bağlamında
aslında anneanne, dede ve babaanneleri bizlerden önce saran endişelerin ne
kadar yersiz olduğu konusunu dile getirmeyi başardığımı düşünüyorum.
BEN ÇOCUĞUMU CAM FANUSTA BÜYÜTMEYECEĞİM. ELİNİ DE YAKACAK,
DÜŞECEK DE, HAYAL KIRIKLIKLARI DA YAŞAYACAK BELKİ. YANİ BEN OĞLUMUN, HAYATI
GERÇEK ANLAMIYLA, DOLU DOLU YAŞAMASINI SAĞLAMAYA ÇALIŞACAĞIM.
Son söz olarak, Uğurcum, Şeydacım, Zuhalcim ve Özgücüm sizin
özelinizde genele yazmış olduğum bu yazıdan dolayı beni bağışlayın. Iyi niyetli
çabalarınızı ve kaygılarınızı tabi ki anlıyorum. Sizin de beni anladığınızı
biliyorum. Ulaş hepinizi çok seviyor, ben de tabii.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder